Çocukluk hatıralarından
Her sabah Çarşı Camii’nin arkasındaki harap zaptiye ahırlarının önünden, bir serçe sürüsü gibi, cıvıldayarak geçerdik. Mektep biraz daha ileride… Alçak duvarlı, oldukça geniş bir avlunun ortasında idi. Bir kattı. Etrafında yükselen büyük kestane ağaçlarının birbirine karışmış koyu gölgeleri bütün çatısını kaplardı. Biz daha avlunun kapısından girmeden Hoca Efendi’nin bulunup bulunmadığını, şöyle bir bakar, anlardık:
—Abdurrahman Çelebi gelmiş mi be?
—Gelmiş, gelmiş…
Abdurrahman Çelebi, Hoca Efendi’nin ihtiyar eşeğiydi. Siyah, huysuz, inatçı bir hayvan…. Her sabah bizim gibi erkenden mektebe gelir, akşama kadar kalır; evlerimizden nöbetle getirdiğimiz kucak kucak otları, yazsa ağaçların, kışsa sol taraftaki abdestlik sundurmasının altında yavaş yavaş yerdi. Ona su vermek, onu tımar etmek mektepte bir imtiyazdı. Hoca Efendi’ye kim yaranırsa, bu mükâfatı kazanırdı. Mektebin kapısına, dar taş bir merdivenle çıkılırdı. İçeri girilince ta karşıya Hoca Efendi’nin rahlesi gelirdi. Rahlenin önünde top yavrusu müthiş, tuhaf bir tüfek gibi, siyah kayışlı, ağır falaka asılı dururdu. Hepimiz kırk çocuktuk. Kızları birkaç ay evvel bizden ayırarak başka yere kaldırmışlardı. Sınıf taksimi filan yoktu. Elifbe’yi, Amme’yi, her şeyi bir ağızdan okuyor, rakamları bir ağızdan sayı– yor, bir ağızdan ilahi söylüyorduk. Bütün derslerimiz yeknesak umumî bir bestenin asla manalarını anlamadığımız güfteleri idi. Hoca Efendi, aksakallı, uzun boylu, bağırtkan bir ihtiyardı. Yaz, kış, daima cübbesiz, abdest almağa hazırlanmış gibi kolları, paçaları çıplak, sıvalı, yerinde otururdu. Öğleden sonra Çarşı Camii’ni süpürmeye gidip hiç gelmeyen kalfa daha gençti. Müezzinlik de yapıyordu. Bize şeker, leblebi, keçiboynuzu, hünnap, iğde ve saire satardı. Gönen’den geldiğimiz günden beri bu mektebe devam ediyordum. Amma dersten, mersten hiç haberim yoktu. Bir ağızdan okumaya başladık mı, ne olursa olsun, ben de karışır, bağırmaya başlardım.
En birinci zevkim falaka tutmak!.. Fakat bir gün Hâkim Efendi ile setre pantolonlu, gülmez suratlı biri geldi.
—Kaymakam Bey! Kaymakam Bey! dediler. Sakalsız, esmer, uzun boylu, aksi bir adam. Kapıdan girer girmez Hoca Efendi’nin işareti üzerine hepimiz ayağa kalktık. Birisini çağırıyormuş gibi elini, başını sallayarak bizi oturttu. Hepimizi ayrı ayrı gözden geçirdi. Birkaçımızı okutmak istedi.
Hâlbuki biz tek ağızla, ahenksiz okuyamazdık. Yüzünü buruşturdu. Yere bakarak başını salladı. Sonra gözlerini Hoca Efendi’nin başında asılı duran falakaya dikti: Baktı, baktı.
Ömründe ilk defa bir falaka görüyormuş gibi dikkatle baktı. Döndü, selâm vermeden çıkarken:
—Biraz dışarı gelir misiniz Hoca Efendi?..
Hoca Efendi titreyerek divan duruyor gibi kollarını önüne kavuşturarak yürüdü. Hâkim Efendi ile Kaymakamın arkasından bahçeye çıktı. Dışarda ne konuştuklarını bilmiyorduk. Lakin falaka ertesi gün yerinde yoktu.
—Falaka yasak olmuş… diyorlardı. Sözde Kay– makam Bey yasak etmiş!
Dayak korkusu kalkınca, biz, kırk çocuk, öyle azdık, öyle kudurduk ki… Ne yaptığımızı bilmiyor, artık hiç hocayı dinlemiyor, yüzüne leblebi atıyor, minderine iğne koyuyor, pabuçlarını saklayıp onu saatlerce arattırıyor, yalvartıyorduk.
Dayaksız bizi okutamayacağını anlayan Hoca Efendi, nihayet yine bir gün falakayı çıkardı. Amma başı ucuna asmadı. Oturduğu minderin arkasına sakladı. Fakat şimdi kim kabahat yaparsa eskisin– den fena dövüyordu.
İyice hatırlıyorum; kırk çocuk, hepimiz müttefik. Aramızdan müzevir (söz taşıyan) çıkmıyor, Hoca Efendi’ye karşı tek vücut gibi hareket ediyorduk. Bir gün bahçede sözbirliği ettik. İçerde hepimiz bir– den esnemeye başladık. Hoca Efendi de esnemeye başladı. Zavallı ihtiyar uyuyuverdi. O zaman kalk– tık, rahlenin üzerindeki enfiye kutusunu aldık, hepimiz çektik. Bütün mektebin içinde bir hapşırmadır gitti.
Hoca Efendi gürültüden uyanınca işi anladı. Enfiyesini kimin çaldığını sordu. Bir ağızdan ahenkle:
—Bilmiyoruz, bilmiyoruz, dedik.
—Hepinizi falakaya çekeceğim.
—Bilmiyoruz, bilmiyoruz.
—Kimse söylemeyecek mi?
—Bilmiyoruz ki, bilmiyoruz ki…
—Bilmiyor musunuz, pekâlâ. Necip, git cami– den kalfayı çağır, çabuk.
Beş dakika sonra kalfa geldi. Korkunç bir sahne başladı. Sopayı biri bırakıp biri alıyordu. Nöbetleşe falaka tutuyorduk. Hepimizi sıra dayağına çektiler. Bugünden sonra Hoca Efendi esneme ile hapşırmayı en büyük kabahat sayıyordu. Hele hapşırmak… Kazara, kendiliğinden hapşıranı:
—Benimle eğleniyor musun? diye yere yıkıyor, bayıltıncaya kadar dövüyordu. Aksi gibi benim hiç durmadan esneyeceğim geliyor, hapşırmak istiyordum. Birkaç defa bunun için dayak yedim. Hoca Efendi dayağı bitirince bütün kuvvetiyle rahlesine vuruyor:
—Kim hapşırırsa şart olsun ki, öldürünceye kadar döveceğim, diye haykırıyordu.
—Şart olsun, kim hapşırırsa…
“Şart olsun!” Bu nasıl yemindi? Evde anneme sordum. Başını salladı. Gözlerini açtı:
—Çok büyük yemin! dedi.
—Yalan yere bu yemini eden çarpılır mı?
—Hayır.
—Ya ne olur?
—Daha fena.
—Nasıl?
—Karısı boş düşer.
İyice anlamadım. Amma bu yeminin dehşetini mektepte çocuklara etrafıyla söyledim. Artık hep, evli adamlar gibi, yalan sahih, biz de “Şart olsun!” yeminine başladık. “Vallahi, billahi!” unutuldu. Hoca Efendi de her sabah rahlesine çökerken hiç unutmuyor:
—Kim hapşırırsa, şart olsun, öldürürüm, diye tekrarlıyordu.
Bir gün öğle paydosundan sonra içeri girdik. Her vakit ki gibi derin bir uğultu… Ben baktım, Hoca Efendi dalmış uyuyor! Hemen, ayağa kalktım. Çocuklara, şahadet parmağımı dudaklarıma götürerek:
—SUSUNUZ! işaretini verdim. Ses seda kesildi. Hepsi ne yapacağıma bakıyordu. Gözüme rahlenin üzerinde, kapağı açık duran, bir tabaka kadar büyük enfiye kutusu ilişmişti. Yürüdüm, ayaklarımın ucuna basarak yaklaştım, kutuyu aldım. İçindeki enfiyeleri cüzümün arasına boşalttım. Kutuyu yine açık olarak yerine bıraktım. Çocuklar çekmek için etrafıma toplandılar.
—Hayır, biz çekmeyeceğiz, dedim. Sonra hapşırırız.
Uyanır.
—Ya sen ne yapacaksın?
—Görürsünüz.. .
—Ne yapacaksın, ne yapacaksın?
—Söylemem diyorum. Çok güleceğiz.
Öyle bir şeytanlık kurmuştum ki, daha yapmadan gülüyor, katılıyordum. Çocuklar da bana bakarak gülüyorlardı.
Gülüşme gürültüsüne Hoca Efendi uyandı. Hemen kutuya baktı. İçinde enfiye yok… Hiddetlendi:
—Kim aldıysa söylesin, şart olsun gebertirim. Hep bir ağızdan, ahenkle:
—Şart olsun haberimiz yok! dedik.
—Kim aldı. Söyleyiniz.
—Bilmiyoruz, bilmiyoruz.
—Pekâlâ, ben size gösteririm. Şimdi hapşırınca alan meydana çıkar. Şart olsun, onu falakaya yıkacağım.
Gebertinceye kadar döveceğim.
Kazara hapşıracağız diye hepimizin ödü kopuyordu.
—Şart olsun… Ah bugün biriniz hapşırırsa… Şart olsun, geberteceğim…
…
—Ah şart olsun, biriniz hapşırırsa…
Hoca Efendi’nin öfkesi bir türlü geçmiyordu. Ben rahlenin altında, cüzümden kopardığım iki yaprağı boru gibi büküyor, enfiyeleri içine dolduruyordum.
Akşam yaklaştı. Hoca Efendi kollarını kapadı. Çoraplarını, mestini giydi. Cübbesini omuzuna aldı. Hep bir ağızdan kerat cetvelinin tegannisinden sonra ilahiye başladık. Ben nihayete doğru yanımdaki çocuğu dürterek kalktım. O da kalktı. Ellerimizi kaldırdık. Hoca Efendi bağırdı:
—Ne var?
—Abdurrahman Çelebi’yi hazırlayalım mı?
—Haydi, pekâlâ, çabuk.
Kapıdan çıktık. Her akşam Hoca Efendi’nin izin verdiği iki çocuk önden çıkar, eşeğin yularını, semerini vururdu.
Taş merdiveni koşarak indik. Abdurrahman Çelebi yiyemediği otların üstüne uzanmış yatıyordu. Tekmeleyerek kaldırdık. Yularını, semerini vurduk. Artık ilahi sesleri kesilmişti. Ben cüzdanımdan içi enfiye dolu kâğıt boruları çıkardım.
Yavaşça eğildim. Abdurrahman Çelebi daha bir şey anlamıyordu. Bu borulardan bir tanesini bütün kuvvetimle burnuna üfledim. Genzine bir tabanca sıkılmış gibi şaha kalktı. İkinci boruyu üfleyemedim. Yularından tuttum. Sıçrata, sıçrata taş merdivenin önüne doğru götürdüm. Öteki çocuk yanımdan geliyor, gülmemek için eliyle ağzını tutuyordu. Hoca Efendi cübbesini giymiş; vakarla, yavaş yavaş, merdivenlerden iniyordu… Çocukların hepsi bir turna dizisi gibi arkasından iniyorlardı. Eşek şaha kalkıyordu.
—Ne olmuş bu hayvana?
—Bilmem efendim, uyuyordu…
—Gemini yanlış vurmuşsunuz.
—Hayır.
—Getirin bakayım.
Bütün çocuklar da bakıyorlardı. Eşeği taş basa– mağa yaklaştırdım. Tam bu esnada Abdurrahman Çelebi nezleye tutulmuş bir insan gibi:
—Pişih, pişih… diye başını sarstı. Bütün çocuklar gülmeye başladı. Hoca Efendi şaşırdı. Enfiyenin tesirini duymaya başlayan Abdurrahman Çelebi habire hapşırıyordu. Ben sanki hiçbir şeyden haberim yokmuş gibi:
—Sizinle eğleniyor efendim, dedim.
—Halt etmişsin.. .
Daha ziyade küstahlaştım:
—Bunu da falakaya yıkmalısınız.
—O hayvan, o…
Kahkahalarla katılan çocuklar:
—Falaka, falaka… diye bağırıyorlardı. Ben, onlardan cesaret aldım. Dedim ki:
—Hoca Efendi, bugün mektepte kim hapşırırsa şart olsun falakaya yıkacağım, dediniz. Eğer Abdurrahman Çelebi’yi affederseniz karınız boş düşer.
Çocuklar ders gibi bir ağızdan ve ahenkle: “Karınız boş düşer! Karınız boş düşer!..” diye haykırıyorlardı. Hoca Efendi bir an şaşırdı. Bineceği zamanlar:
—Oh benim Abdurrahman Çelebi, oh benim Abdurrahman Çelebi! diye diye muhabbetle okşadığı eşeğine dehşetle baktı. Kapının yanından bir çocuk içeri koşmuş, falakayı, değneği çıkarmıştı. Abdurrahman Çelebi’cik intizamsız fasılalarla hapşırıyor, burnunu yere sürmek istiyordu.
Falaka, değnek, elden ele Hoca Efendi’nin önüne kadar geldi. Çocuklar gülmekten katılıyorlar:
—Karınız boş düşer! Karınız boş düşer!.. diye ahenkle tekrarlıyorlardı. Çocuklara mı, eşeğe mi, neye kızdığını bilmeyen Hoca Efendi, gayri ihtiyarî:
— Yıkınız! Emrini verdi. Belki yirmi çocuk, Abdurrahman Çelebi‘nin başına üşüştü. Uzun bir uğraşmadan sonra yere yıktık. Arka ayaklarını falakaya taktık. Hoca Efendi sopayı eline aldı. Nallar gibi “tak, tak” vurmaya başladı. Eşek debeleniyor, çocuklar bağırıyor, gülüyor, naralar atıyorlardı.
Müthiş bir gürültü… Ansızın arkadan bir çocuk:
—Kaymakam Bey! diye bağırdı. Hepimiz sus– tuk. Yüzümüzü avlu kapısına çevirdik; siyah setre pantolonlu, kırmızı fesli, ekşi suratlı bir adam… Sağında solunda birer zaptiye dimdik duruyordu.
—Ne oluyor Hoca Efendi? diye sordu.
Hoca Efendi fena halde şaşaladı. Önüne baktı. Değnek elinden düştü. Falakayı tutanlar bıraktılar. Kurtulan ürkmüş eşek çifte ata ata, kestane ağaçlarının altına kaçıyor, hem avazı çıktığı kadar anırıyordu. Kaymakam avluya girdi. Yavaş yavaş yürüdü. Mektebin önüne yaklaştı. Kaşları çatılmıştı. Hiddetle tekrar sordu:
—Ne yapıyorsunuz?
—Şey… Efendim… Hoca Efendi kekeliyordu.
—Ne?
—Şart etmiştim.
—Ne demek?
—Hapşıran için…
—Ne hapşıranı?
—Eşek hapşırdı.
—Eşek mi hapşırdı?.
—! ! !
Çocuklar, hem hapşırıyor, hem gülüşüyorlardı. Kaymakam, vakarına dokunan bu arsızlığa hiddetlendi ısıracak gibi dişlerini göstererek:
—Defolun bakayım oradan, terbiyesizler, dedi. Biz korktuk, hemen sustuk. Sonra şaşkın, perişan yere bakan Hoca Efendi’ye döndü:
—Benimle beraber geliniz.
Kaymakam önde, zaptiyelerle Hoca Efendi arkada, çıkıp gittiler. Bundan sonra mektepte ne falakayı gördük, ne de Hoca Efendi’yi!
Şimdi ben kimi hapşırırken görsem pek küçükken yaptığım bu tuhaf muzipliği hatırlarım. Gülümserim. Kalbimde belirsiz bir acı sızlar. Benim sebebime hocalıktan kovulan, ihtimal aç kalan bu aksakallı, fakir ihtiyarın zavallı hayali karşıma dikilir. Zaman geçtikçe hafifleyecek yerde, daha ziyade ağırlaşan bir vicdan azabı duyarım.
Fakat.. .
Fakat, bunun gibi hayattaki her gülünç şeyin altında görünmez bir facia yok mudur?